Karlı bir sabaha uyanınca bugün uzun zamandır beklettiğim bir yazıyı paylaşmanın vaktidir artık dedim. Böylesi güzel günlerde hatırladığımda içimi ısıtan, 21. yüzyılın en güzellerinden biri hakkında okuyacaksınız altta; Six Feet Under hakkında:
Yeniliklerin en güzel anları başlangıçta. O tazelik hissi, yeni yeni keşfetmeye başlamış olmanın verdiği değişik haz ve geleceğe doğru uzanan olasılıklar silsilesi... O his pek çok yerde çıkar karşısına adamın. İlk kez adım attığım mekanlarda, daha önceden tadını bilmediğim yiyeceklerde, kapağını açtığım kitaplarda, açılış jeneriğini izlediğim filmlerde ve ilk bölümlerini izlediğim dizilerde.
Yeniliklerin en güzel anları başlangıçta. O tazelik hissi, yeni yeni keşfetmeye başlamış olmanın verdiği değişik haz ve geleceğe doğru uzanan olasılıklar silsilesi... O his pek çok yerde çıkar karşısına adamın. İlk kez adım attığım mekanlarda, daha önceden tadını bilmediğim yiyeceklerde, kapağını açtığım kitaplarda, açılış jeneriğini izlediğim filmlerde ve ilk bölümlerini izlediğim dizilerde.
Six Feet Under'ın ilk bölümünü izlediğimde de sardı
o yenilik hissi beni. Dizi ölüm, yaşam, komedi, trajedi kokuyordu. Zıtlıkların
muhteşem bir harmanı duruyordu karşımda. Levazımatçı Fisher ailesi
ve dostlarının hayatlarına konuk olduğumuz dizi boyunca hayatı kuran kavramlar
arasında dans ediyoruz. Kara mizah bol bol kullanılıyor dizide. Her bir bölüm
ölümle açılıyor. Fisher & Sons cenaze
evinde gerçekleşecek cenazelerin baş kahramanlarının ölümlerini izliyoruz her
bir bölümün başında. Ondan sonra kamera yaşadığı iddia edilen kahramanlarımıza
dönüyor. Her birinin uğraşılması ve kaçılması gereken sorunları, yüzleşilmesi
gereken korkuları ve vücutlarına çok ince bir iple bağlanmış canları var.
Etrafındaki çılgınlıklarla uğraşırken, bir yandan da herkesin aradığı o meçhul
mutluluğa erişme derdindeler. Kim olduklarını sorguluyorlar, sorunlarının neler
olduğunu ve sınırlarını.
Six Feet Under kimlik sorunsalına dokunuşunun yanında
toplumsal eleştiri yapmaktan geri durmuyor. Dizinin yayımlandığı dönem Amerika
Başkanı olan Bush ve Bush'un yönetimi sürekli top altındalar. Bozuk düzenin
bozulmuş ve küf kaplamış insanlarının hayatlarına bakmamazlık edemiyoruz
dizide; en mahrem anlarından birine davet ediliyoruz birçok insanın: ölüm
anlarına. Her bir bölümün başındaki ölüm hikayeleri düzeni besliyorlar;
karakterlerin devamlılıkları ve dizideki evrenin, hayatın, bilindik her şeyin
raylar üzerinde kalması için bu ölümlere ihtiyaç var. Başlıca mekanımızın bir
cenaze evi olması kurgusal açıdan yardımcı oluyor; hikayenin göreceli bir
mantık çerçevesi içinde bu mekan etrafında gelişmesine ön ayak oluyor. Oysa
Fisher'ların cenaze evi, kolayca birçok kavramın kuvvetli bir metaforu olarak
görülebilir. Öldükten sonra girilen bu evde dünyadaki cehennem atmosferi
mevcut. Bu basık, ağır ve yorucu atmosferde büyüyen üç Fisher çocuğunun
yaralı ruhlar olması şaşırtıcı değil. Ölüm dolu bir evde yaşamanın yarattığı
zıtlık canlıyı bir yerde zedeleyecektir. Aynı şekilde büyük ölçekli
düşündüğümüzde benzerliği görmemek imkansız. Ölüm ve yıkım dolu bu dünyanın
insanın ruhunu yıpratmaması olur mu?
Six Feet Under işte hayatın bütün çirkin güzelliklerini
öylesine güzel çekim, sahne ve oyunculuklarla veriyor bize. Çok boyutlu, hata
ve ikilem dolu karakterleri anlıyoruz. Karmaşıklıkları tanıdık geliyor. Bu
insanlara neyin bu kadar zor geldiğini hissediyoruz. İşte tam bu duygudaşlık
insanın içine bu kadar işletiyor diziyi. Gerçeklikle bir diğer köprüyü de
bütün bu empati mevzusu üzerine kurabiliriz rahatlıkla. Fisher ailesinin
cenaze evinde yaptıkları işin çoğu -bürokrasi ve ölüyü estetikleştirme dışında-
empatiye dayanıyor. Her gün kapıdan giren insanların gözlerine bakıp, başsağlığı
diliyor ve onların acılarını paylaşmaya çalışıyorlar. Bu işte ne kadar iyi
olurlarsa, cenaze evi o kadar güçleniyor. Yani bütün bu birbirini anlamaya
çalışmaya dayanan düzen gene en nihayetinde yok oluşa hizmet ediyor. Bütün bir
dizi boyunca yokluğa anlam aranıyor; olmamaya ya da varken yokmuş gibi
hissetmeye. Ve bütün bu hisleri körükleyen hayata dair korkuları, endişeleri ve
beklentileri görüyoruz, aynılarını kendimizde de buluyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder