Hayallerim, Delorean ve Sen: Six Feet Under

28 Ekim 2012

Six Feet Under


Karlı bir sabaha uyanınca bugün uzun zamandır beklettiğim bir yazıyı paylaşmanın vaktidir artık dedim. Böylesi güzel günlerde hatırladığımda içimi ısıtan, 21. yüzyılın en güzellerinden biri hakkında okuyacaksınız altta; Six Feet Under hakkında:

Yeniliklerin en güzel anları başlangıçta. O tazelik hissi, yeni yeni keşfetmeye başlamış olmanın verdiği değişik haz ve geleceğe doğru uzanan olasılıklar silsilesi... O his pek çok yerde çıkar karşısına adamın. İlk kez adım attığım mekanlarda, daha önceden tadını bilmediğim yiyeceklerde, kapağını açtığım kitaplarda, açılış jeneriğini izlediğim filmlerde ve ilk bölümlerini izlediğim dizilerde. 

Six Feet Under'ın ilk bölümünü izlediğimde de sardı o yenilik hissi beni. Dizi ölüm, yaşam, komedi, trajedi kokuyordu. Zıtlıkların muhteşem bir harmanı duruyordu karşımda. Levazımatçı Fisher ailesi ve dostlarının hayatlarına konuk olduğumuz dizi boyunca hayatı kuran kavramlar arasında dans ediyoruz. Kara mizah bol bol kullanılıyor dizide. Her bir bölüm ölümle açılıyor. Fisher & Sons cenaze evinde gerçekleşecek cenazelerin baş kahramanlarının ölümlerini izliyoruz her bir bölümün başında. Ondan sonra kamera yaşadığı iddia edilen kahramanlarımıza dönüyor. Her birinin uğraşılması ve kaçılması gereken sorunları, yüzleşilmesi gereken korkuları ve vücutlarına çok ince bir iple bağlanmış canları var. Etrafındaki çılgınlıklarla uğraşırken, bir yandan da herkesin aradığı o meçhul mutluluğa erişme derdindeler. Kim olduklarını sorguluyorlar, sorunlarının neler olduğunu ve sınırlarını. 
Six Feet Under kimlik sorunsalına dokunuşunun yanında toplumsal eleştiri yapmaktan geri durmuyor. Dizinin yayımlandığı dönem Amerika Başkanı olan Bush ve Bush'un yönetimi sürekli top altındalar. Bozuk düzenin bozulmuş ve küf kaplamış insanlarının hayatlarına bakmamazlık edemiyoruz dizide; en mahrem anlarından birine davet ediliyoruz birçok insanın: ölüm anlarına. Her bir bölümün başındaki ölüm hikayeleri düzeni besliyorlar; karakterlerin devamlılıkları ve dizideki evrenin, hayatın, bilindik her şeyin raylar üzerinde kalması için bu ölümlere ihtiyaç var. Başlıca mekanımızın bir cenaze evi olması kurgusal açıdan yardımcı oluyor; hikayenin göreceli bir mantık çerçevesi içinde bu mekan etrafında gelişmesine ön ayak oluyor. Oysa Fisher'ların cenaze evi, kolayca birçok kavramın kuvvetli bir metaforu olarak görülebilir. Öldükten sonra girilen bu evde dünyadaki cehennem atmosferi mevcut. Bu basık, ağır ve yorucu atmosferde büyüyen üç Fisher çocuğunun yaralı ruhlar olması şaşırtıcı değil. Ölüm dolu bir evde yaşamanın yarattığı zıtlık canlıyı bir yerde zedeleyecektir. Aynı şekilde büyük ölçekli düşündüğümüzde benzerliği görmemek imkansız. Ölüm ve yıkım dolu bu dünyanın insanın ruhunu yıpratmaması olur mu?
Six Feet Under işte hayatın bütün çirkin güzelliklerini öylesine güzel çekim, sahne ve oyunculuklarla veriyor bize. Çok boyutlu, hata ve ikilem dolu karakterleri anlıyoruz. Karmaşıklıkları tanıdık geliyor. Bu insanlara neyin bu kadar zor geldiğini hissediyoruz. İşte tam bu duygudaşlık insanın içine  bu kadar işletiyor diziyi. Gerçeklikle bir diğer köprüyü de bütün bu empati mevzusu üzerine kurabiliriz rahatlıkla. Fisher ailesinin cenaze evinde yaptıkları işin çoğu -bürokrasi ve ölüyü estetikleştirme dışında- empatiye dayanıyor. Her gün kapıdan giren insanların gözlerine bakıp, başsağlığı diliyor ve onların acılarını paylaşmaya çalışıyorlar. Bu işte ne kadar iyi olurlarsa, cenaze evi o kadar güçleniyor. Yani bütün bu birbirini anlamaya çalışmaya dayanan düzen gene en nihayetinde yok oluşa hizmet ediyor. Bütün bir dizi boyunca yokluğa anlam aranıyor; olmamaya ya da varken yokmuş gibi hissetmeye. Ve bütün bu hisleri körükleyen hayata dair korkuları, endişeleri ve beklentileri görüyoruz, aynılarını kendimizde de buluyoruz. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder