The Lost Weekend, efsane yönetmenlerden Billy Wilder’ın 1945
yapımı, en iyi film ve en iyi yönetmen Oscar’ını
almış filmi. Ray Milland -başkarakter Don Birnam’ı canlandırıyor- filmdeki
performansı için en iyi erkek oyuncu Oscar’ı ile ödüllendirilmiş.
Yazı olay örgüsü ile ilgili detaylı bilgi içeriyor. Sürpriz
unsurunu kaybetmek istemeyenler buradan sonrasını okumasın.
Don Birnam alkolik bir yazar. Kardeşinin yanında yaşıyor ve
maddi açıdan kardeşine bağımlı. Şans eseri tanıştıkları zeki ve güzel Helen St.
James ise Don’un sevgilisi. Don’un kardeşi ve Helen uzun süre boyunca Don’u
bağımlılığından kurtarmaya çalışıyorlar. Don’un kardeşi Wick’in son planı ise,
Don’u uzun bir hafta sonu için şehir dışına çıkarmak. Film ikili bavullarını
hazırlarken açılıyor. En nihayetinde Don bu seyahatten sıyrılmayı bir şekilde
başarıyor. Wick tek başına çıkıyor seyahate. Don ise günler sürecek düşüşüne
uygun zemini hazırlamış oluyor. Helen’i de kendine uzak tutuyor ve bulabildiği
her yerde içiyor. Bütün özgüvenini kaybetmesi uzun sürmüyor. Parasız kalıyor,
hırsızlık yapıyor, bardan atılıyor, dalga geçiliyor, dışlanmışların ve akli
dengesini kaybetmişlerin yollandığı hastanede uyanıyor. Bütün bunların üzerine
gördüğü halüsinasyonlar da eklenince kendinden umudu büsbütün kesiyor.
Milland alkolizmin derinliklerinde kaybolmuş Don’u büyük bir
kendini vermişlikle oynuyor. Elinin altındaki içki şişeleri bittiğinde, Don’un
gözlerindeki açlık ve özlemi apaçık görüyoruz. Bağımlılığın yarattığı
çaresizlik hissediliyor. Wilder, film boyunca Hitchcockvari bir gerilim
atmosferi yaratmayı ustalıkla başarıyor. Konunun karanlık tarafına uygun olarak
karanlık bir film var karşımızda. Ne yazık ki bu tavrı filmin sonuna taşımayı
beceremiyor Wilder ve iyi,aydınlık bir sonla bitirmeyi tercih ediyor. Tabii ki
filmi daha derinlemesine inceleme altına aldığımızda bu sonu daha farklı
yorumlamak da mümkün. Filmin başındaki sahnelerden birinde Don’un dairenin
mükemmel geometrik şekil olduğu ile ilgili yaptığı konuşmayı ele alalım mesela.
O konuşmadan yola çıkarak Don’un kısır bir döngüde, aynı daire üzerinde dönüp
durduğu ve en nihayetinde filmin sonunun
bir yanılsamadan ibaret olduğu ve Don’un karanlık sonunu sadece ileri
bir tarihe ertelediği savunulabilir. Don’u düşüncelere iten dairenin içki
bardağının altının bar masası üzerinde bıraktığı ıslak iz olduğunu belirtmek de
fayda var.
Filmin en takdire şayan mesajları, toplumda alkolik olarak
damgalanan Don’un ardından konuşmalarına tanık olduğumuz o sıradan insanlarda
ve Don’u sevenlerin ise bu türden konuşmaların gerçekleşmesine fırsat vermemek
için durumu olduğunca saklamaya çalışmalarında bulunabilir. Don’a yakışıklı
diyorlar; hoş bir genç adam diyorlar. Fakat alkolik oluşu onu toplumda
istenmeyenlerin atıldığı çukura atılmaya ideal bir aday haline getiriyor. Bu
şartlı dışlamanın yöneldiği bireyin en başta neden içmeye başladığı ise her
zaman önemsiz bir detay oluyor. Don’un kayıp hafta sonuna kadar gelişinin hikâyesinin
temelleri de film boyunca eşeleniyor. Aslında bağımlılığın gölgesinde kalan
kırılgan ve hayal kırıklığına uğramış bir insan var orada. Alkolizm en üstte
duran ve Don’u özel yapan diğer bütün özellikleri görünmez kılan çirkin bir
kabuk. Wilder, bu kabuğu kaşıyor ve altından çıkanlarla baş başa bırakıyor
bizi. İşte bu nedenle film modern dünyada birçok insanın başına musallat olmuş
önemli bu sorunu, bağımlılığı ve alkolizmi konu alması ile de önemli bir görev
üstleniyor. Eminim Akademi de –mesajı olan filmlere düşkünlüğü ile- filmin bu
özelliğinden etkilenmiştir.
Filmin yönetmeni Billy Wilder’ın projeye dahil oluşunda
alkolik arkadaşı Raymond Chandler
(senarist, Wilder ile de Double
Indemnity filminde çalışırlar The Lost Weekend’den hemen önce) ile ilişkisinin
önemli rol oynadığı söyleniyor. Filmi izlerken zihnin arka planında döndürebileceğiniz
bir hikâye bu da.
NOT: The Lost Weekend'in Oscar yarışında en iyi film kategorisindeki rakipleri arasında Mildred Pierce da vardı. Mildred Pierce'ın yönetmeni Michael Curtiz'in White Christmas adlı filmini burada yazmıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder