Milano, gri kahve şehir. Kendinizi evinizde hissettiren bir yer değil burası. Gördüğüm, hissettiğim şehri yazabilirim sadece - o hisleri de üç kelimeyle özetleyebilirim size: soğuk, şık, mesafeli. Burada soğuğu hava durumuna yapılmış bir yorum olarak almayın. Şehrin görkemli mimarisinin soğuk renk paletinin, geniş caddelerinin ve sokaklarındaki
yabancılık hissinin yarattığı, ortama hakim bir soğukluk bu. Tabi yazının en başında belirtmeli, bir şehrin bireyin üzerindeki etkisi tektir; Milano'nun bende bıraktıkları da eşsiz. Başka hiçbir şehir aynı şeyleri hissettirmeyecek. Seyahatin en keyifli yanlarından biri de bu işte: İlk defa tanıştığınız şehir ya da kişi arasında pek fark yok aslında; ikisi de bilinmezliklerle, keşfedileceklerle ve en nihayetinde beğenilecek/beğenilmeyecek bin bir özellikle dolu. Her insan dostunuz olmayacak, her şehrin vazgeçilmez olmayacağı gibi. Bazılarını tanımış olmaktan memnun olacaksınız sadece ve anıları zihninize düştüğünde gülümseyeceksiniz; ama ilişkinizi olduğu yerde bırakacaksınız.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Milan, a grey and brown city.
It does not make you feel at home. I can only write the city I see and feel; those
feelings can be summarised in three words: cold, elegant, distant. Cold isn’t a
comment on the city’s weather. The cold color palette of its magnificent
architecture, wide streets and a feeling
of strangeness in its alley ways are the creators of this coldness I talk
about. Of course it is important to say here that a city’s influence on an
individual is unique – therefore my Milan can’t be compared with another one’s.
I love this about travelling: there really isn’t that much of a difference with
a city or a person you’ve just met. Both
of them are filled with the unknown, possibilities and eventually with a
thousand different faces you may or may not like. Not every person will be your
friend and not every city will be indispensable.