Son postun üzerinden
geçen zamanı, önümüzdeki günlerde dolu dolu içerik ile telafi edeceğim. İlk
olarak Münih Film Festivali’ni konuk edeceğiz bloga. Festival, 27 Haziran-5 Temmuz arasında gerçekleşti. Yoğun bir dönemime
denk gelse de festivali es geçmeye gönlüm el vermedi. Programdaki altı filmi
izleme şansım oldu, burada da birkaç tanesini paylaşacağım sizlerle. Öncelikle
festival hakkında birkaç ufak bilgi vereyim: Bu sene 32.’si düzenlenen festivalde yönetmenler ağırlandı, ödüller dağıtıldı, film ve parti paketleriyle festivali çeşitlendirmeye gidildi. Festivalin Cinemerit Ödülü -onur ödülü diyebileceğimiz- aktör Udo Kier’e verildi. Kendisinin soğuk bakışlarına hiç alışamamış olsam da sinemadaki geçmişi ve varlığı tartışılmaz bir isim Kier. Festivalin
büyük ödülü diyebileceğimiz Arri/Osram Ödülü yarışında Tayfun Pirselimoğlu’nun,
başrolünde Ercan Kesal olan son filmi Ben O Değilim de vardı; Ben O Değilim ödülü
alamasa da, filmi yarış listesinde görmek ve izleme şansını yakalamış olmak
güzeldi. Arri/Osram Ödülü Cannes’da da En İyi Senaryo ödülüne layık görülen
Leviathan’a gitti. Bu yazıda iki filmi yazacağım: Predestination ve The Zero
Theorem.
The Zero Theorem
Gilliam Usta’nın yeni filmi The Zero Theorem, yönetmenin distopik üçlemesinin (Brazil ve 12 Monkeys’dan sonra) son filmi. Başrolde son yılların en gözde isimlerinden Cristoph Waltz var. Ana karakter Qohen, filmde var olan düzenin yönetimini elinde tutan Management (Yönetim) için çalışan bir bilgisayar dehası. Management, Qohen’ı Sıfır Teorisi ile çalışması için görevlendiriyor. Bu görev sürerken Qohen’in etrafında olan biteni irdelemesini, hayata anlam vermeye çalışışını ve delilikle -burada Delilik dediğin nedir? sorusundan kendimi feragat ediyorum- dansını oldukça yakından izliyoruz. Gilliam’ın, Qohen’in yaşadığı yerin acayiplik sınırlarında dolanan dünyasına pek rağbet göstermeyip bizi Waltz’ın performansına emanet edişinin filmi bir basamak düşürdüğünü hissettim; fakat yan karakterler -yan rollerde çok güzel isimleri izleyeceksiniz- aracılığıyla, dışarıdaki dünya hakkında soluk fakat kuvvetli bir izlenim bırakmasını da kısmen becerdiğini düşünüyorum.
Orwell-vari üçlemesinin son ayağı film, bize Gilliam görselliğini sunsa da fazlaca kaotik ve yer yer takibi zor bir film. Herhangi bir noktaya kilitlenme sıkıntısı yaşamasını hikayenin geçtiği dönem ile kurulan bir paralel teknik gibi yorumlayabileceğimiz gibi, filmin en büyük eksikliği de diyebiliriz. İlk teori, filmleri yorumlarken çekilen her sahnenin, her kamera açısı ve kompozisyonun bütünlüğe katkısını kestirmeye çalışmanın yarattığı bir illüzyon olması ihtimali yüksek. Sonuçta iki seçeneğin hangisi geçerli olursa olsun The Zero Theorem dağınık bir film olmuş. Gene de bu dağınıklık filmin onlarca güzelliğini göz ardı etmemize sebep değil. Yönetmenin fantastik vizyonunun beyaz perdedeki bir diğer temsilcisini izlemek, tüm eksikliklere rağmen keyifliydi. Belirtmeden geçmeyeyim, Mélanie Thierry'i Bainsley rolünde oldukça sempatik buldum.
Predestination
Ethan Hawke’lı
vampir filmi olarak aklınızda yer etmiş olabilecek Daybreakers’ın ikiz kardeş
yönetmenleri Spierig Kardeşlerin üçüncü uzun metraj filmi Predestination’da
gene Ethan Hawke oynuyor. Filmin hali
hazırda yayınlanmış bir fragmanı yok. Bilim kurgu türünde ve zaman yolculuğu
yapan bir ajan hakkında ve imdb’de oldukça yüksek bir nota sahip olması ile
beni cezp etti Predestination. Ne yazık ki büyük beklentilerimin kurbanı oldum.
Konusunu özet geçmenin öykünün önemli kısımlarını ele vermeden mümkün olmadığı
filmin seyirden sonra bende bıraktığı his kandırılmışlıktı. Spierig
Kardeşler’in ne yapmaya çalıştıklarını anlamışım gibi hissetsem de ortaya
çıkanı benimseyememiş olmamın suçunun kötü bir izleyici olmamda yatmadığına
inanmak istiyorum. Senaryoyu o kadar sevemedim ki filmden çıktıktan sonra anlam
vermekte zorlandığım kısımları düşündükçe Predestination’dan aşama aşama soğudum.
Ethan Hawke’ın performansı iyiydi. Hawke’dan rol çalıyor gibi gözüken ve benim
pek ısınamadığım aktris Sarah Snook’un performansı ise bolca övülüyor. Normalde
filmler hakkındaki fikirlerimi dillendirirken daha yumuşak bir dil kullanmayı
tercih etsem de Predestination’ın bende yarattığı hayal kırıklığından ötürü
elimden başka türlüsü gelmedi. Tabi ki bilim kurgu türünün ve zaman yolculuğu
hikayelerinin yumuşak noktam oluşundan ötürü bu filme fazla yüklenmiş
olabilirim; fakat Predestination’ın gelecekte mutlu edebileceği seyircilerin
yanında çok mutsuz ettiği bu seyircinin hüsranı dillendirilmesin mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder